Her şey o kadar sessiz ve sedasız gelişip, ilerliyor ki, nerede ne zaman, ne olduğunu almak bile baya zaman alıyor. Daha önceki yıllarda bu kadar iletişim olanakları gelişmediğinden, bazı şeyler içten içe, alttan alta yavaş yavaş gelişir ve ilerlerdi.
Bu süreç o kadar ilerledi ve politik hale geldi ki, Rusya-Ukrayna savaşı için Avrupa devletleri, askeri yaptırımların ötesine geçerek işi popüler kültür ürünlerine kadar götürdü ve Netflix, Tolstoy'un "Anna Karenina" romanın uyarlaması tv dizisini bile durdurdu.
Günümüz dünyasında ise, internetin gelişmesi ve teknoloji ile desteklenmesi ile birlikte, her şey o kadar hızlı değişiyor ve dönüşüyor ki, çoğu kimse ne olduğunun bile farkında değil.
Bu değişim ve dönüşümün farkında olan bazı aydınlar da, neler oluyor bilgisi ve kaygısı ile araştırmalar yapıyorlar ama, kimin umurunda ola ki, herkes verilen afyonun etkisi ile "huşu içinde".
Bu konuda az sayıda da olsa duyarlı insan, neler olduğunu araştırıyor ve anlatmaya çalışıyor. Bunlardan birisi de, Burcu Sümer ve Süleyman İlaslan'ın;
"Televizyon Programlarının Uluslararası Dolaşımı
Bağlamında Türkiye’de Yabancı Programlar ve Ulusal Kültür Tartışmaları" başlıklı çalışması.
"Başta dramatik yapımlar olmak üzere uluslararası çapta dolaşımda olan televizyon programlarının izleyici ile buluştuğu farklı ülkelerin ulusal kültürleri üzerindeki etkisi 1960’lardan bu yana önemli bir tartışma konusudur. 1990’ların sonuna gelindiğinde uluslararası iletişim alanında da bu konuya odaklanan hatırı sayılır bir literatür oluşmuştur. En genel hatlarıyla değerlendirildiğinde bu çalışmalarda, başta ABD olmak üzere, program endüstrisi gelişmiş Batılı ülkelerden, “gelişmekte olan” ya da “az gelişmiş” ülkelere doğru tek yönde gerçekleşen yoğun program akışının etkileri, “modernleşme” ve “bağımlılık” (1960’lar), “kültürel emperyalizm” (1970’ler), “küreselleşmeci karşılıklık” (1980’ler) ve küreselleşme
sürecinin bir eleştirisi olarak anlaşılacak şekilde “kültürel homojenleşme ve “Amerikanlaşma” (1990'lar) kavramlarıyla" konuyu tanımlanmaya çalışmışlardır.
Ülkemizde ve tüm dünyada bir 68 kuşağından söz ediliyor ise, bu o dönemin kendine özgü bir kültür ve süreçleri etkilediğini görürüz. Toplum kesimlerinden özellikle öğrenci ve işçi gençlik bu süreçten çok etkilenmiş ve ilerici ve devrimci bir toplum kesimi oluşmuştur.
Bu sürecin farkına varan küreselleşmiş sermaye ise, hemen kendi sürecini başlatmış ve ipleri eline almıştır.
Çünkü, feodal üretim tarzının tasfiyesi ile 19. yüzyılın başlarında başlayan kapitalist üretim tarzındaki liderlik, 70’li yıllarının başlarına kadar İngiltere'nin elinde iken, bu kez sanayi üretiminin hacmi açısından, dünyada ilk sırayı Amerika Birleşik Devletleri almış ve bunu da Avrupa, Çin ve Rusya izlemiştir.
Polonya, Romanya, Bulgaristan, Macaristan ve Doğu Almanya olmak üzere bazı ülkelerde, 1947'den başlayarak komünist yönetim ve üretim hakim olmuş ve Moskova'nın öncülüğünde bir Doğu Bloku oluşturmuş ve bu da, 1989 yılında Sovyetler Birliğinin çökmesi/ dağılması ile de bu iki kutuplu dünya son bulmuştur.
Amerika'nın ekonomi, sanayi ve para piyasalarında olduğu gibi, özellikle kitle iletişim araçlarında da üstünlük sağlaması, "Amerikan kültür politikalarının" dünyaya egemen olmasını sağlamıştır.
Yeme, içme, giyinme, müzik, sinema, tv gibi yaşamın her alanında yeni bir yaşam tarzı da, tüm dünyaya dayatılmıştır.
İşin enteresan tarafı bu süreçleri yaşayanlar, tüm bu değişimlere direnmedikleri gibi, olağan sayıp kısa sürede de kabullenmişlerdir. Daha da ilginç olanı ise, 1990 ve 2000'lerden sonra doğanların, çevrelerinde ki pizzacı, hamburgerci gibi fast food zincirleri olağan bir süreç olduğunu kabul edip, tv dizi ve programlarının ayrılmaz bağımlıları olmuşlardır.
Siyasal literatürde "kültür emperyalizmi", sol marksist bir söyleme dayanır. Bugün ise, medyada bile yaşananları görüldükten sonra, bu söylem sağ milliyetçi, islamcı grupların da söylemleri arasına girmiştir.
Sermayenin ve sanayinin tekelleşmesinin ardından, medyanın da tekelleşmesi ile kitleler, dilendiği gibi yönlendirilmişlerdir.
Bu da siyasi iktidarların ve yönetimlerin işine gelmiştir.
Medya sektörü, sermaye ve iş çevreleri de, ülkenin yarına olacak bilgi, kültür ve sanat içerikli programlar yerine, "reyting"i yüksek programlar safsatası ile bu süreci legalleştirip, destek vermişlerdir.
Ne yazık ki, ülkenin birlik ve beraberliğinin yanında, yurttaşlık bilincinin de yok edilmesine kadar varacak, ulusal benlikten yoksun sanal kişilik ve karakterler ile hayali bir gerçeklik yaratılmaya çalışılmaktadır. Çok üzgünüm ki bu sürece, "milli" ve "dini" değerleri "yüksek" siyasiler, aydın kesimler de çanak tutmaktadırlar.
Kültür emperyalizmi, küreselleşme ile sürecini daha rahat yürütür olduğundan; kişi, toplum ve milletlerin kültür ve kişiliklerini tamamen yok etmese de, kişiliksiz bir sürece taşımaktadır.
"Küçük Amerika olacağız" söylemi ile başlayan emperyalist süreç, küreselleşme ile de yaşam bulmuş ve toplumların tüm ahlaki, etik, geleneksel, kültürel değerlerini tek tek yok etmiştir.
Ülkede giyimden, kuşamdan yaşam tarzına kadar hayatın tüm alanlarında, kültür emperyalizmi etkisini göstermiş, yaygınlaştırmıştır.
Yeni bir "milli burjuvazi" yaratmak amacıyla başlayan siyasi sürece, ne yazık ki ülkenin milliyetçi ve mukaddesatçı kesimleri de destek verince, sinsi sinsi başlatılan kültürel emperyalist süreç, toplumda ve ülkede yaşam alanı bulmuştur.
Türk Telekom ve son yıllardaki özelleştirmeler başlı başına bir çok sebep- sonuç odaklı birer örnektir. Burada sorun, kurumların yok edilmesinden öte, kurumların yaratıkları kurumsal yapılar (bina, gelenek, etik) ve değerler de, birer birer yok edilmiştir.
Emperyalizm, kendi değerlerini ve koşullarını dayatır.
Etrafınıza iyice bir bakın, bunu çok net göreceksiniz.