Bugün zorunlu olarak, periyodik bakımı için otomobilimi yetkili servise götürdüm.
Yetkili servise götürürüm çünkü kendimi bildim bileli garantici bir yaklaşımım vardır.
Her zaman, imkanlarım dahilinde, “5 kuruş fazla olsun, garanti olsun” mantığıyla hareket ederim.
İşim gereği, her ay yüzlerce km yol yaptığım için, bu aynı zamanda aslında benim için bir zorunluluk.
Buraya kadar işin hikaye kısmıydı.
Asıl bundan sonrası önemli.
İnsanlar kara kara düşünüyor.
Özellikle emekçi kesim büyük bir korku ve kaygıyla geleceğini, yarınını düşünüyor.
Yaklaşık 3 ayda bir düzenli olarak gittiğim yetkili otomobil servisinde, çalışanlara hal hatır sorar, sohbet etmeyi ihmal etmem.
Özellikle yaşı 60’a merdiven dayamış, hizmetli ablamın kahvesini içmeden geçmem.
Her zaman beni ve tüm müşterileri, güler yüzüyle karşılayan hizmetli ablamı, bu kez çok düşünceli gördüm.
Ve affına sığınarak, “hayırdır ablacığım, keyfin yok gibi, canını sıkan nedir ?” diye sordum.
Sormaz olaydım.
“Bir dokundum, bin ah işittim” desem yeridir.
Hizmetli ablam başladı anlatmaya,
“ah be oğlum, ben sıkıntılı olmayım da, kim olsun ?
Tek maaşla, daha doğrusu asgari ücret ile 4 nüfus bakmaya çalışıyorum. Evimde 2 torunum var 33 yaşında eşinden yeni ayrılmış bir kızım var. Kızım çalışmıyor, çalışamıyor.
Ekonomik krizden dolayı iş bulamıyor.
Torunlarımdan biri 9 diğeri 2 yaşında.
9 Yaşında olanın servis parasını mı düşüneyim, yoksa diğerinin bez masrafını mı düşüneyim ?
Kendimi düşünmekten artık vazgeçtim.
Benim karnım ekmeğe salça sürerek doyuyor.
Köyden akrabalardan makarna, salça geliyor.
Sağolsunlar.
Bırakmıyorlar.
Ama kızım ve torunlarım için çok üzülüyorum.
Herkes evde kal, evde kal diyor.
Nasıl kalayım ben be oğlum ?
Ben evde kalırsam, eve kim ekmek getirecek ?
Sen gazetecisin.
Bir makale yaz.
Bizim sesimizi de duyur be oğlum.
Asgari ücretle açlık sınırında değil, ölüm sınırında yaşıyoruz.”
Köşe yazısı bu kadar..